11 Eylül 2013 Çarşamba

IHLAMUR AĞACI

Simin Uysal

Ağaçları çok seviyorum ve onlar her zaman benim için çok önemli öğretmenler olmuştur.

Orta Dünyaya (yaşadığımız fiziksel dünyanın ruhsal boyutu) yaptığım şamanik yolculukların bazılarını onlardan birini ziyaret etmek ve bana öğreteceklerini öğrenmek niyetiyle yaparım.

Bu sonbaharda da, geçen yıllarda bahçeye diktiğim ıhlamur ağacının ruhuna yolculuk yaparak, bana neler öğretebileceğini keşfetmek istedim. Uzağa gitmeye gerek kalmadı, kendisinden izin alıp, ıhlamur ağacının altına oturdum ve dinlemeye başladım.

Uzun bir sessizlikten sonra birdenbire “boşuna uğraşıyorsun” dedi. “Yanlış anlıyorsun.” “Neyi?” diye sordum. Güldü. “Bırakmak istediğin şeyler var ve bunlar üzerinde çalıştığını biliyorum. Fakat çok çabalıyorsun. Bir de bana bak. Sonbahar geldiğinde yapraklarım kendiliğinden kuruyor ve dökülmeleri için onları bırakıyorum. Bunu ilkbaharda ya da yazın yapmaya çalıştığımı hiç gördün mü? Zamanı gelmeden bunun olmayacağını biliyorum. Sonbaharda bile, "sol üst dalımın ucundaki yaprağı bırakmak için çaba göstermem gerek" gibi şeyler de demiyorum . Doğru zaman geldiğinde bunun olacağını biliyor ve sadece olmasına izin veriyorum. Kendiliğindenlik, doğallık bu” dedi.  

“Ama…ama..”diyerek konuşmaya başladım  fakat beni susturdu. “Şaşırdığını tahmin ediyorum ama şimdilik söyleyeceklerim bu kadar” dedi. Teşekkür ederek yanından ayrıldım.  
Ihlamurun söylediklerine katılıyorum ve bu konuyu düşünmeyi sürdürüyorum. Bize hizmet etmeyen alışkanlıkları ve düşünceleri bırakmak önemli ve her konuda olduğu gibi, bu konuda da en büyük öğretmenim olan Doğa’nın mesajlarını dinlemeye devam edeceğim.


Ihlamur ağacına sevgi, saygı ve teşekkürlerimi sunuyorum. 

7 Eylül 2013 Cumartesi

Rüyadaki At ve Uyanık Yaşamdaki Tesadüfler

Simin Uysal


Kuzenim, Nisan ayı sonunda Kapadokya’da kongresi olduğunu ve onunla gidip gitmeyeceğimi sorduğunda, hiç düşünmeden kabul ettim.  Seyahate her zaman hazırım!

Gideceğimiz sabah, enteresan bir rüyayla uyandım. Rüyamda kıvrılmış dev gibi bir dalganın içinde rüzgar gibi koşan bembeyaz bir at görmüştüm. Muhteşem güzellikte, bakımlı ve vahşi bir at. Tertemiz köpüklü suyun üzerinde dört nala…Bir an sonra başımı çevirdiğimde ise, yine beyaz bir ata binmiş bir kadını görüyordum. Arkalarından bakıyordum ama kadın bana benziyordu. Ata koşumları takmış, üzerinde oturuyordu. Ona bakarken kendi kendime “Ben bu ata binerim” dedim ve uyandım. Uyandığımda ilk duygum mutluluk ve meraktı. 

Yüzümde de kocaman bir gülümseme vardı. Yola çıkmadan aceleyle rüyamı günlüğüme kaydederken ilk çağrışımlarım şöyleydi:

“At murattırJ
“Atlar tarih boyunca insanları bir yerden diğerine taşımışlardır”
“Atlar yük de taşırlar.”
“Atlar da, köpekler gibi, insana arkadaşlık ederler.”
“Gölgeyele - Orta Dünya büyücüsü Gandalf’ı yolculuklarında taşıyan beyaz yılkı”

Rüyalarımızda karşımıza çıkan hayvanların  doğasında ve bize nasıl göründüklerinde kendi yaşamsal enerjimizin durumunu görebiliriz.  Onların durumunun bize sıklıkla gündelik yaşamımızdaki durumumuza dair ipuçları sunduğunu da biliyordum ama bu beyaz atla yeni tanışmıştık.   Rüyalar çok katmanlı oldukları oldukları için aynı anda pek çok şeyi anlatıyor olabilirler. Başka birşeyler daha olduğunu da seziyordum ama acelem olduğu için normalde yaptığım gibi google’da araştıramadan yola çıktım.

Kapadokya büyülü bir yer. Peri bacalarından her an bir peri çıkmasını beklediğim bir masal diyarı. Yeraltı şehirleri, kiliseleri derken gezmediğimiz yer kalmadı, hatta at çiftliklerine de rastladık. Aslında nereye baksam ya gerçek bir at, ya at resimlerinin olduğu ilanlar gözüme çarpar olmuştu. Kongreden sonra otelden ayrılmak zorunda olduğumuz için, Göreme’ye geçip bir gece de orada kalmak istedik. Tam da Cumartesi gecesine denk geldiğinden otel bulmak zor oldu. Neyse ki yemek yediğimiz restoranın sahibi hanımın yardımıyla küçük bir oteldeki son odayı aldık. O koşuşturma sırasında hiç dikkat etmemiştim ama odamıza gittiğimizde sehpanın üzerinde duran broşürlere gözüm takıldı. Broşürün üzerinde üç tane at figürü vardı ve “Katpatuka” yazıyordu. Daha önce hiç duymadığım bir isimdi. Broşürde yazılanları okuyunca gözlerim büyüdü. Katpatuka meğerse Kapadokya’nın eski adıymış. Persler tarafından verilmiş ve anlamı da “Güzel Atlar Ülkesi.”

Bunun üzerinden bir ay geçmeden Göbeklitepe’yi görmek için Urfa’ya gittim. Göbeklitepe, elbette ki, apayrı bir macera ama orada da öğrendim ki Şanlıurfa tarihte atçılığın bilinen merkezlerinden bir tanesiymiş ve halen de Arap atları yetiştiriliyormuş.

Mayıs ayı sonunda, bir düğün için Didim’e gittiğimiz zaman da, diğerlerinin yanında Poseidon sunağını da ziyaret ettim. Ben Poseidon’u Yunan mitolojisinde deniz tanrısı olarak bilirdim ama araştırdığımda öğrendim ki atların da tanrısıymış. Dönüş yolunda, uçakta oturduğum koltuğun yanına sıkışmış bir de kitap buldum. Onun da ismi “Barbie Atlar Diyarında.”  Bütün bunlar beni at konusunda daha fazla araştırma yapmaya teşvik etti. 

Doğu ve Orta Asya şamanist geleneklerinde (Tibet, Moğol ve Türk şamanizminde) atın insan ruhu için bir benzetme olarak kullanıldığını öğrendim. Türk şamanizmindeki adı da “Rüzgar tayı”.   Bulduğum bir açıklamada şöyle yazıyordu: “İnsanların kişisel gücü "Rüzgâr tayı" olarak tanımlanır. Rüzgâr tayının gücü, insanın dünyasını dengede tutması ile bağlantılıdır. Çok güçlü bir rüzgâr tayı, insanın sağlam bir mantığa sahip olmasını, kişisel gücünü dışarıya yansıtmasını ve daima doğru kararlar vermesini sağlar. Eğer bir insan gücünü kötü niyetleri için kullanırsa ve böylece dengeyi bozarsa, bu onun rüzgâr tayını zayıflatır. Böylece kötülük yapan insanların kendilerine de zarar verdiklerine inanılır (Karma felsefesinde olduğu gibi).”

Atla olan ilişkimiz işte böyle başladı. O gün bugündür, hem seyahatlerimde, hem rüyalarımda, hem de şamanik yolculuklarımda yanımda olan yeni bir dostum var.