Simin Uysal
Yerli halkı tarafından Rapa Nui olarak adlandırılan Paskalya
adası mitolojisine göre, bu adaya ilk
yerleşen Polinezyalılar Hotu Matu’a adındaki kral ya da büyük şefin
önderliğinde buraya gelmişlerdir.
Paskalya Adası mitolojisi, bize Polinezyalıların Hiva
adındaki ilk ülkelerinde, bir iç savaş zamanında Hau-Maka adında, aynı zamanda
dövmeci olan bir “rahip”, halkı ve kralı Hotu Matu’a için savaştan uzak ve
huzurlu bir yer bulmak istediğini anlatır. Hau-Maka ruhunun uzak bir diyara yolculuk
yaptığı bir rüya görür. Bu rüyada ruhu ilk olarak üç küçük adaya (Motu Nui,
Motu Iti, Motu Kao-kao) ve büyük bir deliğe (Rano Kau volkanik krateri)
varır. Hau Makanın ruhu adanın
çevresindeki rüya yolculuğunu saatin ters yönünde sürdürür ve Anakena (adanın
kuzeyinde güvenli bir liman ve kralın gelecekte yaşayacağı yer), Papa o Pea
(genç prenslerin büyüyeceği yer) gibi yirmi sekiz yer daha tespit eder.
Hau
Maka uyandığında kardeşi Hua Tava’ya rüyasını anlatır ve ondan gidip bu rüyayı
krala anlatmasını ister. Rüyayı dinleyen
kral, yedi adam görevlendirerek, Hau Maka’nın rüyasındaki adayı aramalarını
ister ve onlara hedefe ulaşmaları için rüyanın sağladığı “haritayı” verir. Vaitu
Nui’nin (Nisan ayı) 25. Günü yola çıkarlar ve Maro’nun (Haziran) ilk günü üç
küçük ada ve büyük deliğe ulaşırlar. Hau-Maku’nun rüyasındaki yolu takip ederek
yolculuklarını saatin aksi yönünde sürdürür ve keşiflerini tamamlayarak sonunda
geri dönerler. Döndüklerinde kral, halkına toplanmalarını söyler ve iki ayın
sonunda Paskalya Adasına varıp oraya yerleşirler. 1722’de
Hollandalı kaptan Jacob Roggeveen’in keşfine dek bin yılı aşkın bir süre
boyunca da dünyadan izole biçimde yaşamışlardır.
Dünyaca ünlü, hemen her turistik kitapta yer alan Maoi adındaki
heykeller de buradadır. Tam olarak hangi tarihte yapıldığı da bilinmeyen
heykellerin, M.S. 1000 ile 1600 yılları arasında yapıldığı tahmin edilmektedir.
Yine tahminlere göre bu taş heykeller, atalar kültü çerçevesinde, yerliler
tarafından atalarının ruhlarını onurlandırmak için yapılmıştır.
Polinezyalıların okyanusta binlerce kilometreyi pusula ya da
herhangi bir alet olmaksızın geçebilmelerinin adı “yol bulma sanatıdır”. Usta
yol bulucular güneş, ay, yıldızlardan, rüzgarlardan ve bulutlardan, balık ve
kuşların hareketlerinden yararlanır ve atalarından sözel gelenekle geçen
öğretileri uygularlar. Bunu nasıl
yaptıkları, 1970li yıllarda Hawaii’li bir grup araştırmacının ilgisini
çekmiştir. Böyle bir yolculuğu, Hōkūle‘a adlı geleneksel kanoyu aslına uygun
olarak yeniden inşa etmek ve tayfaları eğitmek için Melanezya’dan Pius Mau
Piailug adında usta bir yol bulucuyu davet etmişlerdir. Atalarından, geleneksel
biçimde çıraklık yoluyla ve gerekli pek çok şeyi şarkılarla öğrendiği bu
sanatın modern dünyada kaybolup gitmesini hiç istemeyen Mau, bu daveti kabul
ederek Hawaii’ye gitmiş ve onlara dalgaları dinlemeyi, rüzgarlarla konuşmayı,
yıldızları ve kuşları izlemeyi öğretmiştir. Okyanusta yapılan binlerce millik
yolculuklarda hava daima açık, dalgalar daima küçük, balıklar, kuşlar ve
yıldızlar ise sürekli görünür değildir. Bir yol bulucu, yıldızsız geceler ve
fırtınalı havalarda da yolu bulmak zorundadır.
Hawaii’de bulunan Polinezya Deniz Yolculuğu Derneği’nin üyesi ve
Mau’nun öğrencilerinden Nainoa Thompson 1979 Kasım’ında, Tahiti’ye yapacakları
yolculuktan kısa bir süre önce, Mau’dan aldığı son dersi anlatır:
“Mau ile birlikte,
gökyüzünü gözlemlemek için Lanai’ye gittik. Yakında Tahiti’ye yola
çıkacaktık. Endişeliydim hatta biraz korkuyordum. Önümdeki muhteşem bir meydan
okumaydı.
Mau, Tahiti’nin hangi yönde olduğunu göstermemi istedi.
Gösterdim. Sonra bana “adayı görebiliyor musun?” diye sordu.
Sorusu beni şaşırtmıştı. 2,200 mil ötedeki adayı elbette
göremiyordum. Fakat sorusu ciddiydi ve
dikkatlice ele almam gerekiyordu. Sonunda, “Adayı göremiyorum ama zihnimde bir
imajını görebiliyorum” diye cevap verdim.
Mau, “İyi” dedi, “Sakın bu imajı kaybetme yoksa kaybolursun.”
Sonra bana döndü ve “haydi artık arabaya binelim ve eve dönelim” dedi.
Bu son dersimizdi. Mau, bana kendime güvenmem gerektiğini, varmak
istediğim yere ait bir imaja sahip olduğumda ve onu muhafaza ettiğimde,
hedefime ulaşacağımı söylemişti.”[i]
Düşünü düşlemek ve onu canlı tutarak, besleyerek fiziksel
yaşamda meydana getirmekle ilgili bu son ders belki de en önemlisidir. Fakat
Naiona’nın anlattıkları burada sona ermez. Kanoyla yaptıkları yolculuk
sırasında, hedeflerine yaklaştıkları bir gün şaşkınlık içinde kapalı hava ve
sis yüzünden nerede olduklarına dair hiçbir fikrinin olmadığını fark eder. Açık
denizde hayatta kalmak için gerekli olan zihinsel sürekliliğini ve
hafızasındaki gerekli her şeyi kaybetmiş olduğunu görür. Yaşadığı korkuyu
diğerlerine belli etmez ve ümitsizlik anında Mau’nun son dersini hatırlar. Adayı zihninde görebiliyor musun? Gevşer
ve adayı zaten bulduğunun farkına varır. Ada içinde oldukları kutsal kanonun
kendisidir ve ihtiyacı olan her şey ondadır. Aniden, hava aydınlanır ve omzunun
üzerinde güneşin sıcaklığını hissettiği bir ışık huzmesi parlar. Bulutlar
dağılır ve ışığı takip ederek adaya ulaşırlar. Dışarıdan bakan biri için, Yol
Bulucu vizyonundakileri bir mıknatıs gibi kendine çekiyormuş gibi görünür.
İmajinasyonumuzu bu şekilde kullanmak, zihinsel bir egzersiz
gibi bir şeyleri “uydurmak” değil, olmak isteyen şeyi hissetmektir. Kimileri
bunu algılarının bir yere çekilmesi gibi hissederken, kimileri de bir doğmayı
bekleyen bir bebeğin annesinin karnını tekmelemesi gibi hissederler.
İmajinasyonumuzu kullanmak, yaratmak istediğimiz şeylerin bir şablonunu
yaratmaktır. Bunun için derinlere inmek ve gerçeklemeyi isteyen şeyin ne
olduğunu bulmak ve daha sonra bir dedektif, bir mühendis, bir doktor, bir mimar
gibi çalışarak onu üç boyutlu fiziksel gerçekliğe getirmektir. Bu da yaratıma
aktif olarak katılmaktır.
Yol bulucular, ister okyanusta ister modern yaşamın kaosunda
olsunlar, hep aynı yöntemi kullanırlar. Yol Bulucu’nun sırrı açıktır. İlk
olarak, ruhumuzun düşünün yönüne dönerek kalbimizin gerçekleştirmeyi
arzuladığı bir vizyona, bir büyük düşe sahip olmamız, sonra bu vizyonu tüm
duyularımızla deneyimlememiz ve son olarak da onu canlı tutmamız gerekir. Bu, hemen hemen tüm kültürlerdeki şifacı ve
vizyonerlerin yöntemidir. Avustralyalı Aborijinler, çölde yüzlerce kilometrelik
yürüyüşlerinde aynı yöntemi kullanırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder