17 Mayıs 2016 Salı

Yaşamın Anlamı Rüyalardan Seslenebilir - Dostoyevski'den bir Öykü


Simin Uysal
Dostoyevski’nin, daha doğrusu “Tuhaf Bir Adamın Rüyası” öyküsündeki kahramanının,  yaşamının anlamını bir rüyasında keşfettiğini bilir misiniz?

Öyküdeki kahramanımız, insanların tuhaf buldukları ve alay ettikleri bir adamdır. Kendisi de doğduğundan beri tuhaf olduğuna inanmıştır zira herkes her zaman onunla alay etmektedir.

Bunaltı içinde ve artık hiçbir şeyi umursamadığını düşündüğü bir 1877 yılının Kasım gecesini anlatır bize öyküde. Karanlık bir gecede, bundan daha iç karartan bir gece olamayacağını düşünerek St. Petersburg’un caddelerinde yağmur altında evine doğru yürürken başını kaldırıp gökyüzüne bakar. Yukarılarda korkunç bir karanlık görür ama bulutların arasındaki kapkara lekeler arasında ansızın küçük bir yıldızı fark eder.  Gözünü ayırmadan ona bakmaya başlar. Bu yıldızın ona iki ay önce aldığı bir tabancayla kendini öldürme kararını kesinleştirdiğini düşünür. Tam o anda, üzerinde bir elbiseden başka birşey olmayan, yağmurdan sırılsıklam olmuş bir kız çocuğu kahramanımızın koluna yapışır. Onu çekiştirerek annesine yardım etmesi için yalvarmaya başlar.  Kahramanımız kıza, bir polis bulup ondan yardım istemesini söyleyerek yanından kovar ve ev sahibinin odalarını ayrı ayrı kiraya vermiş olduğu dairedeki küçük ve fakir odasına gider.

Koltuğuna gömülmüş yaşamına son vermeyi ve hiçbir şeyin önemi olmadığını düşünürken, yanından kovmuş olduğu küçük kızı umursamadan edemediğini fark eder. Bu onu çok şaşırtır ve kendine pek çok konuda sorular sormasına neden olur.  Pek çok şeyi düşündüğü ve dairesini paylaştığı diğer kiracıların gürültülerini dinlediği sırada koltuğunda uykuya dalar.

Dostoyevski, ona “yepyeni, büyük, bambaşka ve güçlü bir hayat bağışlayan” rüyasını  anlatmadan önce bize rüyaları yönlendirenin akıl ya da mantık değil ama KALP olduğunu söyler. Pek çok kişinin, bunun “yalnızca bir rüya” olduğunu söyleyerek kendisine takılacağının farkındadır ama rüya olsun ya da olmasın, bizi gerçeğimize ulaştırdıktan sonra neyin değişeceğini sorar. Rüyasında gerçeği görüp tanıdıktan sonra, kişinin uyanık ya da uykuda olmasının bir şeyi değiştirmeyeceğini söyler.

Rüyaya gelelim.

Kahramanımız, rüyasında tabancasını kalbine dayar ve tetiği çeker. Hiç acı duymaz ama çevresi bir anda zifiri bir karanlığa gömülür. Çevresinde toplanan insanların koşuşturmalarını, bir tabutta götürülüşünü ve gömüldüğünü deneyimler. Mezarında yatmış gözüne düşen yağmur damlalarına katlanmaya çalışırken, mezarı aniden açılır ve insan biçimli rehberi eşliğinde gökyüzüne doğru sanki uzaydaymış gibi seyahat etmeye başlarlar. Kahramanımız nereye gittiklerini bilmez. Korku ve merak karışımı duygularla doludur. Nereye gittiklerini, Güneş’in ve Dünya’nın nerede olduklarını sorduğunda rehberi ona karanlıkta parlayan bir yıldızı gösterir. İçinde terkettiği dünyaya ait bastıramadığı bir sevgi ve terslediği küçük kızın hayali ile gezegene yaklaşırlar.

Vardığı yer pırıl pırıl bir deniz, nefis kokulu çiçekler, sürülerle uçan kuşlar ve mutlu insanların yaşadığı sevgi dolu bir dünyadır. Her yerin cennet olduğu bir dünya.

Bu insanlar bizdeki bilimden uzaktır fakat bilgileri bizimkinden daha derin ve yücedir. Kahramanımız, onların bilimlerinin bizim dünyamıza göre bambaşka inançlarla beslendiğini ve hayata bakış açılarının da bizimkinden tümüyle farklı olduğunu gözler. Hayatlarının dopdolu olduğunu görür. Bizim başkalarına nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmek için hayatın ne olduğunu açıklamaya çabamızın aksine onların buna yeltenmeden dopdolu ve bilgece yaşadıklarını fark eder.Hayatı incelemek, onu yaşamak değildir onlar için.    

Tapınakları yoktur ama evrenle canlı ve kesintisiz bir bütünleşme içindedirler. Doğayı, dünyayı, denizleri, ormanları onurlandıran bu insanlar birbirleriyle ilgili sade, yürekten gelen sevgi dolu şarkılar yapıp söyleyen ve ömürlerini birbirleri ve diğer herşeyi sevmekle geçiren insanlardır. Kahramanımız, bu halkın kullandığı sözcükleri anlamasına rağmen anlattıkları şeyi anlayamaz. Fakat aklının ulaşamadıı şeyin kalbinin giderek daha çok anladığını hisseder.

Kahramanımız, onların ağaçlara besledikleri sevginin düzeyini de anlayamadığını söyler. Bu insanlar, uyum içinde yaşadıkları ağaçlar, bitkiler, hayvanlar kısacası tüm doğanın dilini öğrenmişlerdir. Gökteki yıldızlarla da canlı bir iletişim içindedirler. Ölüm vardır ama hastalık yoktur burada. Kahramanımız, bu insanların ölüleriyle öldükten sonra bile iletişim içinde olduklarını, birlikteliklerinin ölümle kesilmediğini anlatır. Burada gördüğü her şey öylesine uyum içinde, sihirli, güzel ve gerçektir ki, her şeyin içini dolduran bu ışığı, güzelliği ve sevinci anlatmak için yeterli sözcükleri bulamaz. 

Kahramanımız, orada geçirdiği zaman içinde bu halka bir biçimde kendi mikrobunu bulaştırdığını ve onları yalanla tanıştırdığını anlatır. Bunu karşıt gruplaşmalar, sitemler izler. Ayıp artık erdem sayılır olmuştur. Hayvanlara da eziyet etmeye başlarlar. Hayvanlar da bunun üzerine onlardan uzaklaşıp ormana çekilir ve onlara düşman olurlar. İşler gitgide daha da kötüleşir. Ayrılık, kopma, kişilik, senin benim kavgaları başlar. Ayrı diller konuşmaya başlarlar. Acıyı tadar ve bu tada bayılırlar. Hatta acı çekmek için yanıp tutuşurlar. Gerçeğe ulaşmanın tek yolunun bu olduğunu söylemeye başlarlar. Kalplerini unutmuşlardır artık. Herkes en çok kendisini sever olmuştur.

Bu olanlar kahramanımızı derin bir kedere ve suçluluk duygusuna sürükler. Onlara bu “mikropları” kendisinin bulaştırdığını söylemeye başlar. Kendisini onlar için gönüllü olarak feda etmek ister. Onlarsa sadece alay eder ve susmazsa onu tımarhaneye kapatacaklarını söylerler. Kahramanımızın içine derin bir hüzün çöker ve üzüntüden ölmekte olduğunu hissederken uyanır.

Uyandığında tüm varlığını saran bir heyecan içindedir. “Büyük gerçeğini” bulmuş olmanın heyecanıdır bu. Rüyasında insanların dünyada yaşamayı sürdürerek iyi ve mutlu olabileceği gerçeğine uyanmıştır.  Ve bu gerçeği insanlara anlatmaya karar verir. Çünkü onu aklıyla bulmamış, derinden deneyimlemiştir. Tüm canlılığıyla bir daha çıkmamak üzere içine yerleşmiştir bu gerçek. Artık yaşamının amacının bu gerçekle yaşamak ve onu diğerlerine anlatmak olduğunu bilmektedir.

Onunla alay edenleri etmeyenlerden daha çok sevmektedir artık. Ve alayla ona “bu gördüğün yalnızca bir rüyaydı” diyenlere de şöyle cevap verir: “Rüya mı? Rüya denen şey nedir? Aslında hayatımız bir rüya değil mi?” der. “Varsın hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir şey olsun bu, cennet olmayacak olsun ama ben anlatmayı gene de sürdüreceğim” diye devam eder. Önemli olanın ne olduğunu artık çok iyi bilmektedir: “Kendini sevdiğin gibi başkalarını da sevmen”. Bundan başka şeye gerek yoktur, "doğru yolu hemen bulursun".

Kahramanımız yerinden kalkar, gidip o küçük kızı bulur. Dostoyevski, bu öyküyü şu sözlerle bitirir: “Yolumda yürüyeceğim! Yürüyeceğim!”.

1 yorum: