Simin Uysal
Dostoyevski’nin, daha
doğrusu “Tuhaf Bir Adamın Rüyası” öyküsündeki kahramanının, yaşamının anlamını bir rüyasında keşfettiğini
bilir misiniz?
Öyküdeki kahramanımız,
insanların tuhaf buldukları ve alay ettikleri bir adamdır. Kendisi de
doğduğundan beri tuhaf olduğuna inanmıştır zira herkes her zaman onunla alay
etmektedir.
Bunaltı içinde ve artık
hiçbir şeyi umursamadığını düşündüğü bir 1877 yılının Kasım gecesini anlatır bize öyküde.
Karanlık bir gecede, bundan daha iç karartan bir gece olamayacağını düşünerek St.
Petersburg’un caddelerinde yağmur altında evine doğru yürürken başını kaldırıp
gökyüzüne bakar. Yukarılarda korkunç bir karanlık görür ama bulutların
arasındaki kapkara lekeler arasında ansızın küçük bir yıldızı fark eder. Gözünü ayırmadan ona bakmaya başlar. Bu
yıldızın ona iki ay önce aldığı bir tabancayla kendini öldürme kararını
kesinleştirdiğini düşünür. Tam o anda, üzerinde bir elbiseden başka
birşey olmayan, yağmurdan sırılsıklam olmuş bir kız çocuğu kahramanımızın koluna
yapışır. Onu çekiştirerek annesine yardım etmesi için yalvarmaya başlar. Kahramanımız kıza, bir polis bulup ondan
yardım istemesini söyleyerek yanından kovar ve ev sahibinin odalarını ayrı ayrı
kiraya vermiş olduğu dairedeki küçük ve fakir odasına gider.
Koltuğuna gömülmüş
yaşamına son vermeyi ve hiçbir şeyin önemi olmadığını düşünürken, yanından
kovmuş olduğu küçük kızı umursamadan edemediğini fark eder. Bu onu çok şaşırtır
ve kendine pek çok konuda sorular sormasına neden olur. Pek çok şeyi düşündüğü ve dairesini paylaştığı
diğer kiracıların gürültülerini dinlediği sırada koltuğunda uykuya dalar.
Dostoyevski, ona
“yepyeni, büyük, bambaşka ve güçlü bir hayat bağışlayan” rüyasını anlatmadan önce bize rüyaları yönlendirenin
akıl ya da mantık değil ama KALP olduğunu söyler. Pek çok kişinin, bunun
“yalnızca bir rüya” olduğunu söyleyerek kendisine takılacağının farkındadır ama
rüya olsun ya da olmasın, bizi gerçeğimize ulaştırdıktan sonra neyin
değişeceğini sorar. Rüyasında gerçeği görüp tanıdıktan sonra, kişinin uyanık ya
da uykuda olmasının bir şeyi değiştirmeyeceğini söyler.
Rüyaya gelelim.
Kahramanımız, rüyasında tabancasını
kalbine dayar ve tetiği çeker. Hiç acı duymaz ama çevresi bir anda zifiri bir
karanlığa gömülür. Çevresinde toplanan insanların koşuşturmalarını, bir tabutta
götürülüşünü ve gömüldüğünü deneyimler. Mezarında yatmış gözüne düşen yağmur
damlalarına katlanmaya çalışırken, mezarı aniden açılır ve insan biçimli rehberi
eşliğinde gökyüzüne doğru sanki uzaydaymış gibi seyahat etmeye başlarlar.
Kahramanımız nereye gittiklerini bilmez. Korku ve merak karışımı duygularla
doludur. Nereye gittiklerini, Güneş’in ve Dünya’nın nerede olduklarını sorduğunda
rehberi ona karanlıkta parlayan bir yıldızı gösterir. İçinde terkettiği dünyaya
ait bastıramadığı bir sevgi ve terslediği küçük kızın hayali ile gezegene
yaklaşırlar.
Vardığı yer pırıl pırıl
bir deniz, nefis kokulu çiçekler, sürülerle uçan kuşlar ve mutlu insanların
yaşadığı sevgi dolu bir dünyadır. Her yerin cennet olduğu bir dünya.
Bu insanlar bizdeki
bilimden uzaktır fakat bilgileri bizimkinden daha derin ve yücedir.
Kahramanımız, onların bilimlerinin bizim dünyamıza göre bambaşka inançlarla
beslendiğini ve hayata bakış açılarının da bizimkinden tümüyle farklı olduğunu
gözler. Hayatlarının dopdolu olduğunu görür. Bizim başkalarına nasıl yaşamaları
gerektiğini öğretmek için hayatın ne olduğunu açıklamaya çabamızın aksine
onların buna yeltenmeden dopdolu ve bilgece yaşadıklarını fark eder.Hayatı
incelemek, onu yaşamak değildir onlar için.
Tapınakları yoktur ama
evrenle canlı ve kesintisiz bir bütünleşme içindedirler. Doğayı, dünyayı,
denizleri, ormanları onurlandıran bu insanlar birbirleriyle ilgili sade,
yürekten gelen sevgi dolu şarkılar yapıp söyleyen ve ömürlerini birbirleri ve
diğer herşeyi sevmekle geçiren insanlardır. Kahramanımız, bu halkın kullandığı
sözcükleri anlamasına rağmen anlattıkları şeyi anlayamaz. Fakat aklının
ulaşamadıı şeyin kalbinin giderek daha çok anladığını hisseder.
Kahramanımız, onların
ağaçlara besledikleri sevginin düzeyini de anlayamadığını söyler. Bu insanlar,
uyum içinde yaşadıkları ağaçlar, bitkiler, hayvanlar kısacası tüm doğanın
dilini öğrenmişlerdir. Gökteki yıldızlarla da canlı bir iletişim içindedirler.
Ölüm vardır ama hastalık yoktur burada. Kahramanımız, bu insanların ölüleriyle
öldükten sonra bile iletişim içinde olduklarını, birlikteliklerinin ölümle
kesilmediğini anlatır. Burada gördüğü her şey öylesine uyum içinde, sihirli,
güzel ve gerçektir ki, her şeyin içini dolduran bu ışığı, güzelliği ve sevinci
anlatmak için yeterli sözcükleri bulamaz.
Kahramanımız, orada geçirdiği
zaman içinde bu halka bir biçimde kendi mikrobunu bulaştırdığını ve onları
yalanla tanıştırdığını anlatır. Bunu karşıt gruplaşmalar, sitemler izler. Ayıp
artık erdem sayılır olmuştur. Hayvanlara da eziyet etmeye başlarlar. Hayvanlar da
bunun üzerine onlardan uzaklaşıp ormana çekilir ve onlara düşman olurlar. İşler
gitgide daha da kötüleşir. Ayrılık, kopma, kişilik, senin benim kavgaları
başlar. Ayrı diller konuşmaya başlarlar. Acıyı tadar ve bu tada bayılırlar.
Hatta acı çekmek için yanıp tutuşurlar. Gerçeğe ulaşmanın tek yolunun bu
olduğunu söylemeye başlarlar. Kalplerini unutmuşlardır artık. Herkes en çok kendisini
sever olmuştur.
Bu olanlar kahramanımızı
derin bir kedere ve suçluluk duygusuna sürükler. Onlara bu “mikropları” kendisinin
bulaştırdığını söylemeye başlar. Kendisini onlar için gönüllü olarak feda etmek
ister. Onlarsa sadece alay eder ve susmazsa onu tımarhaneye kapatacaklarını
söylerler. Kahramanımızın içine derin bir hüzün çöker ve üzüntüden ölmekte olduğunu
hissederken uyanır.
Uyandığında tüm
varlığını saran bir heyecan içindedir. “Büyük gerçeğini” bulmuş olmanın
heyecanıdır bu. Rüyasında insanların dünyada yaşamayı sürdürerek iyi ve mutlu olabileceği
gerçeğine uyanmıştır. Ve bu gerçeği
insanlara anlatmaya karar verir. Çünkü onu aklıyla bulmamış, derinden
deneyimlemiştir. Tüm canlılığıyla bir daha çıkmamak üzere içine yerleşmiştir bu
gerçek. Artık yaşamının amacının bu gerçekle yaşamak ve onu diğerlerine
anlatmak olduğunu bilmektedir.
Onunla alay edenleri
etmeyenlerden daha çok sevmektedir artık. Ve alayla ona “bu gördüğün yalnızca
bir rüyaydı” diyenlere de şöyle cevap verir: “Rüya mı? Rüya denen şey nedir?
Aslında hayatımız bir rüya değil mi?” der. “Varsın hiçbir zaman
gerçekleşmeyecek bir şey olsun bu, cennet olmayacak olsun ama ben anlatmayı
gene de sürdüreceğim” diye devam eder. Önemli olanın ne olduğunu artık çok iyi
bilmektedir: “Kendini sevdiğin gibi başkalarını da sevmen”. Bundan başka şeye
gerek yoktur, "doğru yolu hemen bulursun".
Kahramanımız yerinden
kalkar, gidip o küçük kızı bulur. Dostoyevski, bu öyküyü şu sözlerle bitirir: “Yolumda
yürüyeceğim! Yürüyeceğim!”.